AİDİYET
Kitabın Adı: Aidiyet
Yazarın Adı: Adem Güneş
Yayınevi: Timaş
Sayfa Sayısı: 224
Bir kitap “aidiyet” gibi zor bir konuyu yeterince iyi anlatabilir mi? Bence bu kitap bunu başarmış. Ailesi ile aidiyet kuramayan çocukların trajedisini, onların ruh halini, susmayan kırgın iç seslerini, neden huzursuz olduklarını oldukça iyi resmetmiş. Kitabı okurken ailesi ile aidiyet kuramadığı için bağlanacak bir yer arayan, boşlukta kalarak oradan oraya savrulan nice çocuklar geçti gözümün önünden. Pek çoğunun anne babası “bu çocuk bizi hiç dinlemiyor, sanki bizim çocuğumuz değil” diyerek yakınıyordu. Kitap ailelerin bu sorusunun cevabının çocuktan ziyade aile içindeki ilişkilerde gizli olduğunu dile getiriyor. Aidiyet insan hayatında ne kadar önemlidir? Çocuğun ailesine aidiyet hissetmesi ya da hissetmemesi onun psikolojisini nasıl etkiler çok etraflıca anlatılıyor.
Yazarın Adı: Adem Güneş
Yayınevi: Timaş
Sayfa Sayısı: 224
Bir kitap “aidiyet” gibi zor bir konuyu yeterince iyi anlatabilir mi? Bence bu kitap bunu başarmış. Ailesi ile aidiyet kuramayan çocukların trajedisini, onların ruh halini, susmayan kırgın iç seslerini, neden huzursuz olduklarını oldukça iyi resmetmiş. Kitabı okurken ailesi ile aidiyet kuramadığı için bağlanacak bir yer arayan, boşlukta kalarak oradan oraya savrulan nice çocuklar geçti gözümün önünden. Pek çoğunun anne babası “bu çocuk bizi hiç dinlemiyor, sanki bizim çocuğumuz değil” diyerek yakınıyordu. Kitap ailelerin bu sorusunun cevabının çocuktan ziyade aile içindeki ilişkilerde gizli olduğunu dile getiriyor. Aidiyet insan hayatında ne kadar önemlidir? Çocuğun ailesine aidiyet hissetmesi ya da hissetmemesi onun psikolojisini nasıl etkiler çok etraflıca anlatılıyor.
Kitabı
şu bölümlere ayırmış yazar: Aidiyet oluşumunun temelleri, aidiyeti kıran
sebepler, aidiyet aşamaları. Ben bu yazım da elimden geldiğince aidiyeti
oluşturan temelleri ele alacağım inşallah.
Aidiyet
nedir? Elimiz tamamen bırakıldığında bireyselleşiriz. Kendimiz olmamıza
izin verilmediğinde ise bağımlı hale geliriz.
Aidiyet ne tamamen elimizin bırakılması ne de bağımlı hale
getirilmemizdir. Yanında emniyet ve güvende hissettiğimiz kişiye duygusal
olarak bağlanmaktır aidiyet. Şunu unutmamalıyız ki; çocuk anne baba oldukları
için illa da ebeveynine bağlanmaz. Kime karşı yakınlık hissediyorsa ona
bağlanır.
Peki
aidiyet kişide ne sağlar? Ailesine aidiyet hisseden kişi ruhsal doyuma
ulaşır. Bunalımlardan korunur. Aileye
aidiyet hissetmediğinde kendisine kucak açtığını düşündüğü olumsuz mercilere
bağlanabilir. Örneğin futbol takımına, okul arkadaşlarına vs çok ciddi olarak
bağlanabilir. Ve buralardan davranış elde etmeye başlar. Hâlbuki ailesine
aidiyet hissederse ailesinden davranış elde eder. Sosyal yaşam kurallarını ve
problem çözme stilini ailesine bakarak geliştirir. Aidiyet kişiyi yalnızlık
psikolojisinden kurtarır. Kişi, gideremediği duygusal ihtiyacını başka bir yere
ait olarak gidermek için “uç” davranışlar sergilemez. Aidiyet olmadığında çocuk
ta benlik zayıflar. Geceleri korkar altını ıslatır, tırnaklarını yer, her şeyden
kaygılanır. Aldatma, ihanet, gıybet gibi özellikler daha çok aile ile aidiyet
kuramamış çocuklarda görülür. Aidiyet kuramayan aileler aynı evin içinde ayrı
dünyalarda yaşar, birbirlerini dikkate almaz, birbirlerinden çok farklı eğilim
ve yaşam tarzı oluştururlar. Kısacası birbirlerine benzemezler.
Çocukta
Aidiyet oluşturmanın temellerini şu başlıklarla açıklıyor yazar:
Değer görme, olduğu gibi kabul edilme; Değer ve
olduğu gibi kabul edilme her şeyin temeli olarak karşımıza çıkıyor. Çocuk nasıl
kendini değerli hisseder? Vakit ayırmamız, verdiğimiz sözleri vaktinde ve konuşulduğu
gibi yerine getirmemiz ki biz verdiğimiz sözü unutsak dahi çocuk unutmaz, onunla empati kurmamız vs çocuğun kendisini
değerli hissetmesini sağlar. Çocuktan istenilen davranışları biz yerine
getirmiyorsak çocuk kendini değersiz hisseder. Örneğin; geç saate kadar
televizyon izleyip çocuğun izlemesine izin vermezsek çocuk değersizlik hissine
kapılır.
Korunaklı bulma; Çocuk kendisini bizim yanımızda
emniyette hissederse, bizden zarar görmeyeceğine, mağdur edilmeyeceğine, alaya
alınmayacağına inanırsa aidiyete daha çok yaklaşır.
Sevgi ihtiyacı; Çocuk
kendisini sevenle değil sevdiği ile daha kolay aidiyet duygusu geliştirir. Biz
onu ancak koşulsuz seversek sevmeyi öğrenir. Sevmeyi öğrenirse hayata karşı
bakış açısı tamamen değişir. Her şeyden mutsuzluk çıkaran, hiçbir şeyden memnun
olmayan örneğin; yağmur yağsa neden yağdı diyen, yazın sıcağından yakınan ve her şeye problemle bakanlar asılında
sevmeyi bilmeyen kişilerdir.
Varlığının onaylanması; düşüncelerini ifade
ettiğinde dinlememek, küsmek, yoksun bırakmak, yok saymak, cümlesini bitirmeden
“zaten biliyorum” diyerek konuşmasına izin vermemek, duygusal bir boşalma yaşadığında yani öfke,
sevinç, hüzün gibi durumlarda onu hafife almak gibi davranışlar çocuğa
varlığının onaylanmadığını hissettirir. Çocuk bu hisse kapıldığında evde bir et
yığını gibi kişiliksiz olarak yaşamaya başlar. Örneğin ismini sorduğunuzda
cevabını yanlış anlasak çocuk “adımı yanlış söylediniz benim adım şu” diye
düzeltemez. Hiçbir konuda kendi varlığını sergileyemez. Fiziksel olarak da
kendisini silmeye çalışır. Mesela grubun en arkasında kalmaya en köşede
oturmaya çalışır.
Çocuğa
varlığının onaylandığını nasıl hissettirebiliriz?
Fikirlerini gündeme getirip
üzerinde konuşmak, hasta olduğunda rahatsızlığı üzerinde konuşmak, bir yere gidileceğinde
fikrini almak, bir eşya satın alınacağında fikirlerini sormakla onun varlığını
onaylamaktır. Varlığı onaylanan çocuk başkalarının da varlığını onaylamaya
başlar. Mesela arkadaşı hasta ise hastalığını takip ederek “nasıl oldun” der,
bir sıkıntısı varsa ne “yapabilirim” diye sorar. Aile içi meselelere sağlıklı
bir şekilde dahil olur.
Varlığı
onaylanmayan çocuk empati yeteneğini kaybeder. Çevresindekilerin varlığını
onaylayamaz. Örneğin yetişkinliğinde eşine “Neden ağlayıp duruyorsun, akşama
kadar evdesin neden yorgunsun, çok hastalanmış gibi neden yatıyorsun” gibi
tepkilerle muamelede bulunur. Eşler arasında birinin canı sıkkınken diğeri
hiçbir şey yokmuş gibi kendi işlerine yönelirse ya da eşlerden biri küsüp
iletişimi kapattığında diğeri “hayırdır neyin var, neden konuşmuyorsun” demez
ve umursamadan hayatına devam ederse bu eşinin varlığını onaylamadığını
gösterir.
Bir
kimsenin psikolojik olarak sağlıklı olabilmesi için “ben” ve “sosyal ben”
algısının zedelenmemiş olması gerek. Bu da ancak varlığının onaylanması ile
sağlanır. Çocukluk döneminden itibaren kendisi hakkında başkalarının söylemleri
üzerine, kişinin kendisi için yaptığı tanımlar onun “ben” algısını oluşturur.
Örneğin
dürüst bir çocuğa “sen yalancısın” denilirse, benliği “sen sözü dinlenmez,
güvenilmez, aşağılık bir insansın” düşüncesi üzerinde şekillenir. Bunun tam
tersi olan aşırı olumlu ben algısı da zararlıdır. Böyle bir kimse kendisinin
çok üstün özelliklere sahip olduğunu düşünerek başkalarını küçümser, sürekli
eleştirir. Hiçbir şeyden tatmin olmayarak kendi içinde yalnızlığa düşer. Olumsuz
ben algısı da aşırı olumlu ben algısı da insana zarar veren uç noktalardır.
Dikkat etmemiz gereken nokta çocuklarımızın ben algısını suçluluk ve
değersizlik duygusu ile şekillendirmemektir.
Her
şeye sahip olan, aile ve iş çevresinde sevildiği halde “kendimi kötü
hissediyorum, ne kadar çabalasam da bu duygudan kurtulamıyorum” diyen kişiler
vardır. Bunun sebebi küçüklüklerinde varlıklarının yeterince onaylanarak ben
algılarının sağlıklı şekillenmemesinden kaynaklanır.
Soysal
ben algısı ise; etrafımdaki insanlar hakkımda ne düşünüyor? düşüncesi ile
şekillenen algıdır. Sosyal ben algısı aşağıda da yukarıda da olmamalıdır.
Yukarıda olması; “suratı bugün çok asık, benimle soğuk konuştu her halde benim
şu sözüme kırıldı” gibi sürekli her şeyden olumsuz düşüncelere kapılmaktır. Aşağıda
olması ise; bunun tam tersi olarak karşısındakinin hislerini önemsememektir. Varlığı
onaylanmamış kişiler ya karşı tarafı çok fazla önemseyip sürekli tepkilere göre
hareket eden, kuruntulu bir yapıda ya da bunun tam tersi olarak karşısındakini
hiç anlamayan, değer vermeyen bir yapıda olurlar. Ama sağlıklı sosyal ben algısı ise; empatik
iletişime dayanır. Kendisini karşısındakinin yerine koyabilmek, sosyal uyum
açısından ne anlama geldiğini hesaba katarak davranabilmektir.
Yeterli Bulmak; İlk olarak; çocuğumuz bizim
yanımız da kendini yeterli hissetmeli, ikinci olarak da; duygusal doyum
açısından bizi yeterli bulmalıdır. Eğer duygu ihtiyacını yeteri kadar
karşılayamazsak çocuğun içinde bir boşluk, eksiklik oluşur. Kişi bu duyguyu
yaşayamadığı oranda bir başkasına bağımlı olabilir ve erken yaşta sorunlu
ilişkilere girişebilirler.
Çocuklarımıza
hatalarımızı göstermez, eksiklerimizin olabileceğini söylemez, her şeyi bilmediğimizi
ifade etmezsek çocuğumuz bizi ulaşılmaz kabul eder ve bize bağlanmaz yani
aidiyet geliştirmez fakat bağımlı olur. Yapacağı her şeyi bizimle yapmaya
başlar. Bu bağımlılık ilişkisi bir süre sonra evrilir ve zamanla bizim
zaaflarımızı fark ettiğinde hiçte zannettiği gibi bir anne babaya sahip
olmadığını anlar. Her hatamızı fark ettikçe kendi içinde yıkım yaşar. Böylesi
yıkıcı bir akıbetle karşılaşmak istemiyorsak çocuğumuz bilmediğimiz bir şey
sorduğunda “bu konuyu bilmiyorum” demeli, hata yaptığımızda ondan özür
dilemeliyiz. Yanlış davranabileceğimizi, pek çok eksiğimizin olduğunu dile
getirerek çocuğun gözünde normalleşmeliyiz.
Engellenme; Çocuk kimin yanında mutlu olduğunda
çığlık atabilir, huzursuz olduğunda huzursuzluğunu ifade edebilirse onun
yanında rahatlar. Bu rahatlıkta onunla bütünleşmesini sağlar. Ne yazık ki anne
babalar bazen çocuklarının başına bir şey geleceğinden endişelenerek
duygularını özgür bırakmaktan korkuyor. Kendince çocuğu koruma hissi ile “zıplama
atlama” diyerek engelliyor, Çocuğa sürekli “yapma etme gülme” denirse çocuk
engellenmiş hissinden dolayı bizimle aidiyet kuramaz.
Çocuğumuzun
aidiyet duygusuna zarar vermeden ona rehberlik etmek istiyorsak şöyle
davranmamızı öneriyor yazar; çocuğun duygu ve davranışları normal olmasa dahi
önce “evet, seni anlıyorum” diyerek kabul etmeli, daha sonra; “zannedersem
bende sekiz dokuz yaşlarında iken böyle bir olay yaşamıştım” çocuk “peki sen ne
yapmıştın” diye sorduğunda gerçekçi bir şekilde “tam hatırlayamıyorum ama şöyle
yapmıştım” diyerek sorunu kendi ile özdeşleştirerek cevap vermeli. Sorun
karşısında derhal tepki verip “böyle bir şeyi nasıl düşünürsün, nasıl yaparsın,
ahlaksız mı olacaksın” demek yerine anlamaya yönelik yaklaşmalıdır.
İletişim kurma; kiminle iletişim kurabiliyorsak ancak
onunla aidiyet kurabiliriz. Herkesin bilgisayar ya da cep telefonu ile meşgul
olduğu bir evde aidiyet söz konusu olamaz. Kitapta İletişim derken özellikle;
karşılıklı sohbet ederken olayların o an yaşanılıyormuş gibi anlatılmasının ve
duyguların paylaşılmasının sağlanması kastediliyor. Yani tek düze anlatımlar
iletişimden sayılmıyor. Anne babalar çocuğuna gün içinde ne yaşadığını, nereye
gittiğini, öğretmenin ne dediğini sorar ancak bu sorgulayıcı bir iletişimdir.
Eşler arasında da çocuklar arasında da onların yaşamını didik didik etmek,
takip etmek için değil, onları anlamak, hissetmek için soru sormalı ve
konuşmalıyız.
Evliliklerde
iletişim konusunda çok sık sıkıntılar yaşanır.
Eşler “benimle paylaşmadıklarını arkadaşları ile ailesi ile” paylaşıyor
diye şikayetlenir, hâlbuki eşler “problem çıkacak, beni yargılayacak,
suçlayacak” korkusu ile eşi ile iletişim kurmak yerine bunu yapmayacağını
düşündüğü kişilere yönelir. İşte bu ciddi bir aidiyet sorunudur. Bu durumda
eşler birbirlerini yargılamayarak, anlamaya çalışarak, özveri ile dinlemeye
devam ederek iletişimi sağlıklı hale getirmeye çalışmalıdır. Çünkü eşler
arasında dinleme ve anlatma, anlama ve hissetme tam sağlanırsa ailede aidiyet
daha çabuk oluşur. Kadın ve erkek rahatça gün içinde neler yaptığını,
sevinçlerini, hüzünlerini, sıkıntılarını, hayallerini gerekli gereksiz demeden
eşi ile paylaşmalı, birbirlerini verimli bir şekilde dinlemeyi
öğrenmelidir. Paylaşamıyorlarsa aile
içinde aidiyet duygusu gelişmez ve dışarıya yönelmeler başlar.
Önemli
bir konuya daha değiniyor yazar; her insan bir sosyal çevre içerisinde yer
alır. Ve bu çevredeki konumu gereği çevresi ondan beklentiye girer. Yani hakim
daima hakim gibi, imam imam gibi, profesör profesör gibi davranmaya başlar. Bu
durumda kendi olmaktan uzaklaşır. Eğer kişi itibar kaygısı yaşar ve eve
girerken konumunu kapının önünde bırakamazsa çocuğu kendisi ile konuşmak istemeyebilir.
Çünkü çocuk savcı baba, öğretmen anne vs dan ziyade sadece anne babasını
istemektedir. İtibarını bir kenara bırakmış, zaaflarını kabul eden, eksiklerini
itiraf eden, “ben bunu düşünememiştim, sen burada çok haklısın” diyebilen bir
anne babaya yaklaşır.
Çocuklarımızın
bizi nasıl anlamlandırdığı çok önemli.
Çocuğum beni yargılayıcı, kızan,
mükemmeliyetçi, dikte edici mi ya da anlayışlı, eğlenceli, motive edici,
rehberlik edici, teselli edici bir yapıda mı kabul ediyor. İşte bu soruya
alacağımız cevap çocuğun bize karşı iletişimini ve aidiyet duygusunu
gösteriyor. Bu durum eşler içinde söz konusudur. Eşim beni nasıl tanımlıyor?
Hayat arkadaşımızın gözünden kendimize bakmamız gerek. Eğer güzel bir anlam
oluşturamadıysak değişikliğe eşimizden değil kendimizi yeniden anlamlandırmakla
başlamamız, onun zihnindeki olumsuz anlamı giderinceye kadar sabırla değişime devam
etmemiz gerek.
Yazar
iletişimi ikiye ayırıyor; birincisi açık iletişim; imaya başvurmadan açıkça
ifade etmektir. Diğeri kapalı iletişim; sözün imalı ve dolambaçlı yollarla
ifade edilmesidir. Örneğin surat asmak gibi. Çocuklarımıza bu tarz iletişim
kurarsak çocuk “annem odamı toplamadığım için mi yoksa başka bir sebepten
dolayımı böyle davranıyor?” diye düşünerek kendi içinde senaryolar üretir sonra
da bunlardan bıkarak umursamaz davranır. Bu baştan sona problemli bir iletişimdir.
Bu nedenle imalarla, triplerle kendimizi ifade etmeyi bir kenara bırakmamız
gerekiyor.
Yazar duygusal iletişim ve zihinsel iletişim şeklinde iki kavramdan bahsediyor; “Geldin
mi, sınav nasıl geçti, ne yedin?” gibi sorular zihinsel, “yemek yerken yumurta
yere düştüğünde ne hissettin, gelirken neler düşündün?” demek ise duygusal
iletişimdir. Sağlıklı iletişimin aile için ne kadar önemli olduğunu bilmeyen
ebeveynler ve eşler vakit israfı saydıklarından bu tür iletişime geçmezler
birbirleri ile. Sadece gün içinde ne yaptıklarını sormakla yetinirler. Ancak bu
aidiyet sorunlarının habercisidir.
Duygusal
iletişime geçmek istiyorsak, sabırla çocuğun anlatacaklarını beklemeliyiz.
Çocuk bizimle duygusal iletişim kurmak istediğinde dinlemez, küçümser, anlayışsız
davranırsak, ya da “tamam, biliyorum” gibi sözler sarf edersek çocuk kendini
kapatıp otomatikman zihinsel iletişime geçer. Duygusal iletişim esnasında çocuk
söylenmemesi gereken bir şey söylerse o an kısıtlamamalı, zihnimizin bir
köşesine bunu ileride rehberlik edilecek bir konu olarak not etmeliyiz. Başka
bir gün zihinsel iletişimle gerekli bilgileri çocuğa aktarmalıyız. Örneğin
çocuk “büyüyünce abimle evleneceğim” derse burada aslında abisine olan
sevgisinden bahsetmektedir. Bizde buna odaklanmalı başka bir zaman doğru
ifadeleri kendisine öğretmeliyiz.

Mantıklı bulma; Empatik bulma;
Çocuk bir şey paylaştığında “çok şaşırdım, çok üzüldüm” gibi cümlelerle diyalog
empatik hale getirilmelidir. Birisi olay anlatırken dinleyen kişi etrafına ya da
telefonuna bakıyorsa o kimse ile empatik bir diyalog kurulması imkânsızdır. Eşler
duygularını paylaşırken birbirlerini donuk ve mimiksiz bir yüz ifadesi ile
dinlerse empati kuramazlar ve bir süre sonra duygular dile getirilmemeye
başlanır.
Paylaşma; Ailedeki bireylerin gün içinde neler
yaşadıklarını neler hissettiklerini paylaşacak zemin oluşturulmalıdır. Evin
içindeki küçük büyük herkes her gün o zemin içinde paylaşımda bulunmalı ve bunu
aksatmadan yaşam tarzı haline getirmeliler. Bu paylaşım bir arada olunmadığı
zamanlarda dahi imkânlar dâhilinde devam ettirilmelidir.
Hangi davranışlarımız çocuğumuzun
bize karşı aidiyet hissetmesini engeller? Aidiyeti kıran bu sebepler nelerdir?
Yazar bu soruya şu başlıklarla cevap vermiş;
Değersizlik
hissi; aidiyetin oluşumuna sadece çocuğumuzun kendisini değerli
hissetmesi ya da hissetmemesi konusu üzerinden de bakabiliriz. Çünkü her başlık
kısmen bu konuyu kapsıyor. İşin özü çocuğun kendini değerli hissetmesinde. Çocuğumuzun
kendisini değerli hissetmesi için pek çok araç kullanırız. Sevdiği şeyleri
yapmak, istediği yerlere götürmek, mesela lunaparka. Fakat çocuğu lunaparka
götürdükten sonra oradaki eğlenceye katılmaz, telefonla ya da başka şeylerle
uğraşırsak, “getirdim ya eğlensene” tavrını takınırsak çocuğumuz değerlilik
değil değersizlik hisseder. Bazen illa aracıya da ihtiyaç yoktur. Çocuğumuzla oturup
beş dakika tamamen dikkatimizi vererek sohbet ettiğimizde kendini değerli
hisseder.
Çocuk, küçükken değer görmediğinde
bunu için için hisseder ama tanımlayamaz. Pahalı oyuncaklar, markalı kıyafetler
içindeki huzursuzluğu gideremez. Biraz daha büyüyüp ergenliğe girdiğinde
duygularını anlamlandırmaya başlar. Kendini kimsesiz gibi hissettiğini idrak
eder. 18-19 yaşına geldiğinde artık içindekileri “benimle hiç ilgilenmediniz”
“sizinle iken mutlu değilim” gibi sert ifadelerle dile getirir. Anne babalar bu
sözlere tahammül edemez ve ihanete uğradıklarını düşünürler oysa bu sözler
çocuğun geçmişteki hislerinin bugün dile getirilmesidir. Anne babalar bu
günleri görmeden ilk sinyalleri iyi değerlendirmeliler.
Değer verdiğimizi en belirgin
olarak kaliteli bir iletişimle hissettirebiliriz örneğin; yolda yürürken
çocuğumuz “şu oyuncak arkadaşımda vardı çok oynamıştım” dediğinde bu sözünü
aklımızda tutup aylar sonra da olsa o oyuncağı ona aldığımızda çocuk “annem
beğendiğim oyuncağı anlatırken beni çok iyi dinlemiş ve bu zamana kadar da
unutmamış” diye düşünerek değerli olduğunu hisseder. Çocuğa bir hediye alıp verdiğimizde
“derslerine iyi çalışacaksın ama” benzeri şeyler söylemek ondaki bu hissi
giderir. Çocuk bunu kendisi söylemiş bile olsa “hayır çocuğum. İster çalış
ister çalışma ben bunu sadece seni düşündüğüm için aldım” denmelidir.
Koşullandırma;
Çocuğa “sen bana şurada iyilik
yapmıştın onun için bende sana yapıyorum şimdi” gibi bir mantıkla yaklaşırsak kendini
değersiz hisseder.
Suçluluk;
sürekli suçlanan çocuklar aileleri ile aidiyet kuramaz ve nereye
giderse gitsin içindeki boğucu suçluluk hissinden kurtulamaz. Suçluluk hisseden
kişi örneğin; arkadaşlık kurar ama ani patlamalar yaşayarak bunu devam
ettiremez. Bunun nedeni duygusal yetersizliktir ve özünde de aidiyeti yok eden
suçluluk psikolojisi vardır. Böyle kişiler yapmaya başladığı yönelimleri hep
yarım bırakır ve “aman kim uğraşacak şimdi” derler.
Suçluluk hisseden çocuk hemen
uykuya dalar ve sabahları uyanmak istemez. Ruhsal olarak problemli hissettiği
için asla enerjik olamaz. Yetişkinlikte de çevresinde olup biten olumsuzlukları
kendine yorar. “çünkü ona dün çay ısmarlamadım ondan bana bugün Selam vermedi”
gibi düşüncelerle daima kendini hatalı görür.
Örneğin; okulda bir arkadaşı
kaybolan parasını arayarak “kim aldı paramı?” dediğinde sanki kendisi suçlanmış
gibi almadığını ispat etmeye çalışır. Aşırı davranışlar sergiler, kızarır,
kalbi sıkışır. Hatta almadığından emin olsa dahi “çantama bir bakayım” der.
Maddi sıkıntı çekip babanın daha
çok çalışmak zorunda kaldığı bir süreçte çocuğun okul masraflarını gündeme
getirmek ve çok arttığından şikâyet etmek çocuğun kaldıramayacağı kadar çok
suçluluk yükünün altına girmesine sebep olur. Ya da anne hastalandığında baba
“hepiniz çok dağınıksınız annenize hiç yardım etmiyorsunuz” demesi gibi. Tabii
ki bu altı yaşına kadar olan süreçte böyledir ileriki dönemlerde ise kendini
savunmaya alır. “sadece ben mi dağınığım, annem benim yüzünden hastalanmadı”
der ve içinde kin ve öfke biriktirir. Şu unutulmamalı ki kişi suçlandıkça
utanma hissi azalır zamanla da yok olur.
Çocuğumuzun suçunu görsek dahi
suçlayıcı tavır takınmamamız gerekiyor. Örneğin yemeğini yere döküp
paniklediğinde “dikkatli yemezsen böyle dökersin, neden yaptın” demek yerine
göz göze bile gelmeden olağan karşılamamız çocuğun daha dikkatli davranmasını
sağlar.
Yetersizlik
hissi; Çocuklar ilk olarak aile içinde kendilerini yetersiz
hissederler genellikle. Çünkü aile içinde çoğu zaman iletişim negatif algı
üzerine yoğunlaşır. “Odanın hali ne böyle, nasıl bir kız çocuğusun sen” gibi.
Genelde böyle davranarak çocuğun olumlu davranışlar kazanılacağı sanılır hâlbuki
aksine kendini yetersiz hissederek daha da geriler. Bununla birlikte dışarıda
yeterlilik gösterebilir. Ancak dışarıdaki ortamına annesi dâhil olduğunda yine
kolu kanadı kırılır. Annesinin arkadaşlarının yanında eksik yönünü ortaya çıkarmasından
endişe ederek tir tir titrer.
Burada şu soruyu sormalıyız
kendimize; şuanda odanın derli toplu olması mı; yoksa negatif konuşma yapılarak
çocuğun ailesinden kopması, onların varlığından bunalması mı daha kötüdür?
Kendini yetersiz hisseden çocuk;
sınıfta yanlış cevap verme endişesi ile bildiği sorular için dahi parmak
kaldıramaz, annesinin komşu çocuğu ile yaptığı kıyaslar onun hayatı boyunca
yaşam felsefesini oluşturur. Daima başkalarının yaşam özelliklerine bakarak
mutsuz olur. Sürekli her hadiseyi başkaları ile kendini kıyaslayarak yorumlar
“onlar ne zaman güleceğini biliyor ben bilemiyorum hep rezil oluyorum, onlar
mutlu ben mutlu olamıyorum, bu yüzden sürekli onlara bakmam, ne yapıyorlarsa
aysını yapmam gerek” vs der. Öğrenmesi zayıflar. Kendi özelliklerinin farkına
varıp onları geliştiremez. Bağımlılık ilişkileri kurar. Güçlü karakterli
birinin ismiyle kendi adının anılmasını ister.
Emniyetsizlik; çocuğumuza dört açıdan
emniyet sunmalıyız; kişi, grup, atmosfer, konu. Çocuk sadece annenin yanında
kendini güvende hissetmesi yetmez babanın yanında da aynı hissi duymalı. Bunla
birlikte çocuğun aidiyet oluşturmasını engelleyen konuları da onun yanında konuşmamamız
gerekiyor. Ebeveynin yalan söylemesi, birinin arkasında konuşup onunla
karşılaştığında hiçbir şey yokmuş gibi iletişim kurması çocuğun duygu
dünyasında kriz yaşatır. Hâlbuki ebeveyn sorun yaşadığı kişi ile ilişkisini
sonlandırır ve bunu ifade ederse çocuğun emniyet duygusu yeniden pekişir.
Ulaşamamak;
ulaşılmaz noktada durmamamız, çocuklarla çocuk gibi olabilmemiz, bize bağımlı
olur endişesi ile kendimizi fiziksel olarak geri çekmememiz, ebeveynlik
değerimizi kaybetmek endişesi ile duygularımızı gizlemekten kaçınmamız çocuğun
bize aidiyet kurmasını sağlar.
Ön
yargı; çocuk altı yaşına kadar duygusal açıdan incitilerek
büyütülmüşse ailesi hakkında olumsuz ön yargılar taşımaya başlar. Sağlıksız bir
ailede bulunduğunu, anne babasının iyi olmadığını düşünür. Bu nedenle kendini
geri plana çekerek ailesi ile aidiyet kurmaz. Ancak bir taraftan da ailesine
tutunmaya zorlar kendini. “Ama bende annemin böyle davranmasını hak ettim,
babam zaten çok yoruluyor o yüzden bana kızıyor” gibi ebeveynini korumaya
çalışır. Ancak yaşadıklarını da asla unutmaz. Biriken damlalarla bardağın
taşması genellikle ergenlik sonrasına denk gelir. Aynı şekilde anne babalarda
çocuklarını kendi önyargılarına göre değerlendirir. Mesela eşi ile anlaşamayan
anne çocuğun babasına benzeyen özelliklerinden rahatsızlık duyar. Hâlbuki ön
yargılarla değil çocuklarımızı olduğu gibi kabul edersek aidiyet daha kolay
gerçekleşir.
Yaşından
büyük beklenti; “Maşallah bugün ödevlerini vaktinde bitirdin oğlum,
öğretmen telefon etti senden çok memnun olduğun söyledi” gibi cümleleri
genelde “bu halinle devam et” anlamında
kurar anne babalar. Çocukta ona verilen bu konumu kaybetmemek için
yoğunlaştırılmış enerji harcar. Çocuk aidiyet evrelerini yaşamaya gücü kalmaz.
Çünkü anne babasının beklentilerini karşılamaya çaba sarf ederken bütün
enerjisini tüketir. Ancak arkadaşlarının bu tarz beklentileri yoktur. Bu
nedenle onlarla kolayca aidiyet kurar.
Bu tarz cümleler kurarken şuna
dikkat etmemiz gerek; öncelikle çocuğu konumlandırmamalı, Beklenti
oluşturmamalıyız. “öğretmenin telefonla arayıp güzel şeyler söyledi” arkasından
“Ama bunlar önemli değil öğretmenin seni övse de şikâyet etse de ben seni çok
seviyorum” denmeli. “Bugün vaktinde yine ödevini bitirmişsin ama benim için sen
ödevden daha önemlisin. İster yap ister yapma bu kendi sorumluluğunda. Ama
ödevini zamanında yapmış olman da güzel, sen benim oğlumsun sana olan sevgim
her halükarda değişmez” demeliyiz.
Geçmişle
bağlantı; Geçmişimizden getirdiklerimizle çocuğumuzu değerlendirirsek
onun kurduğu yeni yaşamı doğru şekilde anlamlandıramayız. Örneğin; kaygılı bir
annenin kızı çocuk sahibi olduğunda annesinin yargı sistemi ile davranarak
çocuğunun hastalanıp hemen ateşi çıkacağını, çocuğunun yüksekten düşeceğini
düşünerek aslında hayatını zehir eder.
Annenin geçmişte yaşadıklarının
sonucunda; “babanın sorumsuzluklarından bıktım” demesi çocuğunun babası ile bağ
kurmasına engel olur. Ya da “bizim aileden bir şey olmaz. Biz zaten neyi
başardık ki? Başkalarına bakıyorum da ne kadar mutlular. Bir tatile gideceğiz,
onu bile beceremedik” “hilesiz ticaret yaptık, sanki zengin mi olduk?” gibi
yorumlar… Bütün bunlar yaşadığımız bazı tecrübeler bakıp hayatı tamamen olumsuz
yorumlamaktır. Ve çocuk bu şekilde hayatı anlamlandırmaya başlarsa yaşamın
içinden hep olumsuzlukları bulup çıkarmaya başlar. Hâlbuki eğitimin ana unsuru
çocukta pozitif duygular oluşturarak olumlu davranışlar geliştirmesini
sağlamaktır. “derslerine çalışmazsan öğretmenin seni sevmez” demek yerine,
“derslerine çalışırsan başarılı olursun” demek gibi.
Kıyaslanmak;
insanı en çok yıpratan unsur kıyaslanmaktır. Kişinin kendini
gerçekleştirmek için ihtiyaç duyduğu enerjiyi elinden alır. Kıyaslanan çocuk
ailesine tutunur çünkü; “ailem beni kıyas etmeli ki nerede olduğumu göreyim, tek
başına başaramam” düşüncesini taşır. Çocuğa “kuzenin matematik dersinde çok
başarılı, keşke sende onun kadar çalışsan” dendiğinde çocuk, matematik dersinde
başarısız olduğunu değil kişilik olarak her şeyde başarısız olduğunu ve
kuzeninden daima geri olduğunu düşünür.
Çocuk kendini arkadaşları ile
kıyaslayıp “arkadaşımdan güzel yapıyorum” dediğinde “yoo, bence öyle düşünmen
yanlış. Sen bunu keyifle yapabiliyorsun. Önemli olan bu.” Diyerek yaptığı işten
keyif almasını sağlamalıyız. Eğer çocuğumuzu kıyaslayarak kıyas yapmaya
alıştırırsak bir gün dönüp bizi başkaları ile kıyaslayarak eleştirir ve
nihayetinde aidiyetini koparır. Örneğin; Çocuğumuzun tırnaklarının ne kadar
kirli olduğunu, bu şekilde arkadaşlarının kedisini eleştireceğini,
arkadaşlarının tertemiz olduğunu sürekli söylediğimizde çocuğumuz tırnaklarını
temizler ancak kendini iyi ve temiz hissetmez. Sürekli ellerini yıkamaya, ciddi
huzursuzluk duymaya başlar. Bu hal “obsesyon”un ta kendisidir.
Boşanan çiftlerde en çok
rastlanan sebepler arasında eşini beğenmemek olduğu söyleniyor. Yani kıyasla
hayatını yaşayan bir kişi eşinde de kendi kıyaslarının ayrıntılarını aramaya
başlıyor ve adeta sahip olduğu her şeyi başka bir şeyle kıyaslayarak
memnuniyetsizlik yaşıyor. Eşini, çocuğunu, evini, eşyalarını, kendisini…
Mükemmeliyetçilik; mükemmeliyetçiliği
memnuniyetsizlikle eş değer tutuyor yazar. Çünkü bulunduğumuz konumdan memnun
olduğumuzda mükemmeliyetçi tavrı bırakırız.
“biraz fazla çalışarak daha
başarılı olabilirdin” “arkadaşlarının yanında daha tertipli gözükebilirdin”
dibi “daha”lı cümleler ruhsal olarak çocuğu yorar ve mükemmeliyeti hedefleyen
anne babadan uzaklaştırır. Bu hastalığa yakalanan kişiler sürekli patinaj
halinde yaşarlar. Oysa çocuğa kazandırmamız gereken en üstün özellik; içinde
bulunduğu anın keyfini çıkarabilmesi, başkalarının yaptıklarına odaklanmadan
kendi işinden mutmain olmasıdır.
Mükemmeliyetçiliğin bir amacı da
görünmektir. Yani başkalarının gözünde değer kazanmak ve onaylanmak çabasına
içine girmektir. Başkalarına göre yaşamaya başlar böyle kişiler, kıskançlık
duyguları da artmaya başlar. Doyuma ulaşamaz hiçbir zaman. Yaşadığı anı
değerlendiremediği için aidiyet duygusu gelişmez.
Güvensizlik;
yalan aidiyetin bütün olumlu unsurlarını yıkar geçer. Çok sevsek, çok
empatik davransak dahi kendisine ya da başkasına yalan söylediğimizi fark ettiğinde
her olumlu davranışımız çocuğumuza yalanmış gibi gelir. Ailedeki bütün fotoğraf
yalanla değişir. Çocuğumuz inatçılıkla, ısrarla, tutturmayla istediklerini
yaptırmaya çalışıyorsa bize güvenmiyor demektir. Çünkü bir şey yaptırmak için
yalan, kandırma, şart koşma gibi sağlıksız yöntemler kullanmışsak bir şeyin
neden yapılmaması gerektiğini anlattığımızda bize güvenmeyerek ısrarını
sürdürmeye devam eder. Ama güven sağlanmışsa bizi anlar, kabul eder ve
ısrarından vazgeçer.
Gerçekçilik-
gerçekçi olmayan beklenti; Gerçekçi beklenti içinde olmaya
çalışırken iki noktaya dikkat etmeliyiz; birincisi; yaşamın gerçekçiliği,
ikincisi; çocuk dünyasının gerçekçiliği. Örneğin; beş yaşındaki çocuğun babası vefat
ettiğinde ona bunu ne kadar erken söyler ve hüzne ortak edersek bu süreci
atlatması o kadar kolaylaşır. Buna yaşamın gerçekçiliği denir. Ancak çocuk
babasının nereye gittiğini sorduğunda; babasının defin işlemine dâhil edersek bu
da çocuk dünyasının gerçekçiliğine göre ona ağır gelir. Bunun gibi çocuğun
bilmesi gereken her olayda bilgiler bu iki süzgeçten geçirilerek
aktarılmalıdır.
Bağlanmamış
olmak- varlığın onaylanması; Bağlanma ne kadar zarara uğrarsa çocuk
da o kadar aidiyet duygusunu kaybeder. Aidiyeti olmayanlar güçlenmedikleri için
annelerinin yanından ayrılamazlar. Sonuçta “asosyal” ya da “yabani” denilen bir
yapıya bürünürler.
Ummu Ruveyda
Allah razı olsun kardeşim. ..
YanıtlaSilPaylaşım için çok tesekkürler.
YanıtlaSilsevgili müslüman anneler tavsiye ettiğiniz kitaplara ve yazarlara dikkat edin bu kitabın yazarının islamı çarpıtan ve zarar veren yazıları var örnek;YAZARLAR
YanıtlaSilKorkutularak din sevdirilmez
Adem Güneş
adem.gunes@aksiyon.com.tr
PAYLAŞ
E-Mail
Facebook
Twitter
Google
Yazdır
ETİKETLER
korkutma, çocuk, din, sevgisi, yusuf, A.S., ALLAH (C.C.), marifet
Korkutularak din sevdirilmez
23 Haziran 2015
Çocuğunda gece korkuları başlayan bir anne, “Kızımın gittiği anaokulunda peygamber sevgisi konusu işlenirken, Yusuf Aleyhisselam’ın kardeşleri tarafından kuyuya atıldığı anlatılmış… Kızım bundan çok etkilendi. Bir haftadır geceleri korku ile uyanıyor… Rüyasında kendi abilerinin de onu kuyuya atmak istediğini ve zor kurtulduğunu söylüyor… Öğretmeni ile konuştum. ‘Yıllardır ben bu kıssayı anlatıyorum, kimseden bir şikâyet duymadım. Belki sorun sizin kızınızdadır.’ dedi. Ne diyeceğimi şaşırdım. Bu yaştaki bir çocuğa böylesi konuların anlatılması doğru mu?” diye sordu…
“Doğru değil” dedim…
Zira çocuk zihni, olayların diziminden çıkan sonuca değil, içerdiği duyguya odaklanır… Sizin anlattığınız şey ile çocuğun anladığı şey aynı değildir çoğu zaman…
Yani siz Yusuf Aleyhisselam kıssasını dinlerken, başına gelen olaylar karşısında Allah’a olan güvenini nasıl da hiç kaybetmediğini, her türlü zorluğa yılmadan nasıl da göğüs gerdiğini düşünürsünüz… Ama çocuk, kuyuya düştüğünde kafası kanadı mı, suyun içinde yılanlar var mıydı, karanlıktan korkunca ağlamadı mı, diye düşünür…
Bundandır ki 12 yaşından önce çocuğa peygamber sevgisi kazandırmak için çileden, azaptan, gazaptan, acıdan, işkenceden bahsedilmez…
Çocuğun duygularına dolaylı değil, direkt ulaşmak esastır pedagojide. “Yusuf Peygamber çok iyi bir insandı” demek, çocuğun Yusuf Peygamber’i sevmesi için yeterlidir çoğu zaman…
Maalesef ülkemizde din eğitiminde doğru pedagojik yöntemler kullanılmıyor genelde…
Dini sevdirerek değil, korkutarak öğretmeyi marifet sayıyor birçok yetişkin. Allah’ın kötü insanları nasıl da cehenneme atacağından, yalan söyleyenlerin nasıl cezalandırılacağından, anne babasının sözünü dinlemeyenlerin başlarına neler geleceğinden bahsediliyor çocuklara…
Hâlbuki din korku ile değil, sevgi ile sevdirilir…
Çocuk korktuğunu sevemez, sadece zarara uğramamak için yakın durur korktuğuna…
Dini korkutarak öğretme yönteminin, sadece anaokulunda peygamber sevgisi anlatılırken değil, camilerde ve Kur’an kurslarında da sıkça kullanıldığını görüyoruz maalesef…
Bundandır ki her Ramazan geldiğinde, cami imamlarının mutlaka pedagojik eğitimden geçmesi gerektiğine bir kez daha inanıyorum…
İçinde çocukların da bulunduğu bir camide cehennem azabından bahsetmek, çocuğun o dine karşı sevgi duymasına değil, din ile arasına mesafe koymasına sebeptir.
Bir baba ile 14 yaşındaki oğlu hakkında konuşuyorduk… Kendisi imam olduğu halde çocuğunun namaz kılmamasını içine sindiremiyordu. “Yahu, söylemesem hiç namaz kılmayacak, bu nasıl çocuk böyle anlamadım gitti…” diye anlattı oğlunu…
Çocuk ise “Babama söylemeyin ama zaten o kıldığım namazları da abdestsiz kılıyorum.” demişti. “Nasıl yani?” diye sorduğumda “Lavaboya giriyorum abdest almak için, çeşmeyi açıyorum dışarı su sesi çıksın da beni abdest alıyor zannetsinler diye. Azıcık elime yüzüme su değdirip öylece çıkıyorum.” dedi.
Neden böyle yaptığını sorduğumda ise “Bilmiyorum… Bu konuları duymak istemiyorum.” demiş ve şöyle devam etmişti: “Mesela babam diyor ki yalan söyleyenler şu kadar cehennemde yanacak, bu kadar acı çekecek falan filan… Ama ben babamdan korkunca yalan söylüyorum… Abim de babama bazen yalan söylüyor, görüyorum hep… Babamın söylediği gibi dindar olsam, ben cehennemde yanacağım hep… Abim de yanacak… İstemiyorum ben bunları düşünmek… Onun için aklıma getirmek istemiyorum dini mini şeyleri.”
Çocuk din ile korkutulmaz…
Dinden korkan çocuksa dindar olmaz...
Sevgili kardeşim, sıkı takipçilerimiz iyi bilir, biz Adem Güneş'i pedagojik yönden tavsiye ederiz, dini yönden eleştirdiğimiz tarafları ise çoktur.
SilFakat bu yazı o kadar eleştirilecek bir yazı değil. 12 yaş bize göre abartıdır, bizim çocuklara dini öğretilerimiz bu yaşta nerede ise kemale erer. Fakat söylenildiği gibi, 7 yaşından önce çocuklar azap, cehennem veya peygamber kıssalarındaki helak sahnelerini tam olarak anlayamamakta, dolayısıyla gereksiz korkuya kapılmaktadır.
Biz bunu kendi çocuklarımızda tecrübe ediyoruz. Onun için peygamber kıssaları anlatırken azap sahnelerini erken yaşta es geçiyoruz. Daha çok cennet, Allah'ın sevgisi, merhameti ve insan olmanın erdemleri üzerine durmaya çalışıyoruz.
Biz de aynı şekilde çocuğun din ile korkutulmaması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü gerçek sorumluluklar, korkuyla verilmez.
Size sonsuz katılıyorum Müslüman anne,siteniz çok güzel.Yeni katıldım aranıza.Allah tüm müslüman annelere hayırlı ve salih kullar yetiştirmek için yardım etsin inşallah.AMİN
YanıtlaSil